17 Ağustos 2011 Çarşamba

12 yıl olmuş. Üzerine o kadar çok söz edildi ki... Peki ne değişti..?

Bodrum'da tatildeydik ve geceyi epeyce uzatmıştık. Çocukları uyutmuş, balkonda bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da okey oynuyorduk. Yapışkan ve boğucu, tuhaf bir sıcak vardı o gece. Saat 03.00 sularında, birden elektrik kesildi. Her yer karanlığa gömülmüştü, Gümbet koyunda demirli birkaç teknenin demir fenerleri dışında hiçbir ışık yoktu etrafta. Bir de yıldızlar... Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımı hatırlıyorum uzun uzun. "Ne kadar çok ve ne kadar güzeller" diye düşünmüştüm. Biraz bekleyip, elektrik gelmeyince yatmıştık hepimiz.
Sabah çocuklarla birlikte uyanmıştık mecburen, geceki sıcak ve uykusuzluk yüzünden herkes sersem gibiydi. Elektrik yoktu halâ... Sevdikleri çizgi filmleri izlemeleri için TV yi açamadığımızdan, çocukları doyurmak ve oyalamak oldukça zor olmuştu. Kahvaltı, toparlanma derken öğleni bulmuştuk ve nihayet geldi elektrikler. Hemen televizyonu açtık; o da ne..? Tüm kanallarda yıkıntı ve felaket görüntüleri vardı. Muhabirler toz-duman arasında ağlayan, çaresizce çırpınan, perişan insanlara uzatıyordu mikrofon ve kameraları. Ekranda durmadan altyazı geçiyordu: "Marmara'da korkunç deprem... Felaket bölgesine ulaşılmaya çalışılıyor, kayıp, ölü ve yaralı sayılı bilinmiyor..."
Kardeşimin eşinin halası Yalova'daydı o sıralar. Diğer yakınlarımız ise Didim'deydiler, hemen hepsi... Bir anda  telefonlara sarıldık hepimiz, ama kimseye ulaşılamıyordu. Şebeke meşgul sinyali veriyordu telefonlar her denemede... Akşamüstü saatlerine dek, çaresizce bekledik ve televizyonun başından ayrılmadık. Akşam Didim'dekilerle konuşabildik, deprem bölgesinde olan akraba ve tanıdıklardan kötü bir haber yoktu o an için. Yalova'dan iyi haber ancak ertesi gün geldi. Biraz nefes aldık, ama felaketin boyutları o kadar büyüktü ki normal davranmak, hayatın olağan akışına dönmek olanaksızdı.
İstanbul'a döndüğümde Baro'nun bölgede bir çalışma başlattığı haber verildi. Yakınları ölen, kaybolan, evleri yıkılan, eşyaları yok olan bölge halkının gerekli tespit ve dava başvurularını yapabilmesi için, noterde düzenleme gerekmeksizin, barolar tarafından hazırlanan vekaletnamelerin hazırlanması ve vatandaşa imzalattırılarak, listelerinin tutulması işine giriştik.
Ruhumu derinden etkileyen, o güne dek oluşturduğum dünya görüşümü, hayata bakışımı, değer yargılarını kökünden değiştiren, ömrüm oldukça unutmayacağım, çok zor bir deneyimdi o günler benim için.
Yıllar sonra bile halâ gözlerimin önünden silinmeyen pek çok şey, sokaklardaki toz ve duman, hiç bitmeksizin devam eden, önlerinde insanların ve dozerlerin bekleştiği bina enkazları, yıkılan evinin enkazı başında umutla bekleyen, kendi olanakları ile yakınlarını çıkarmaya çalışan, kendisi ile birlikte sağ çıktığını bildiği, ama sonra kaybettiği çocuğunu arayan, ailesini yitirmenin acısıyla delirmiş, oradan oraya savrulan, yaşadığı şok yüzünden dili tutulmuş, konuşamayan, özetle acı ve korkudan çılgına dönmüş yüzlerce insan ve aylarca burnumdan gitmeyen ölüm kokusu...
Orada yaşananlar var olmanın, insan olmanın anlamını yeniden sorgulamama neden olmuştu. Uygarlığın ve demokrasinin lafta kalmasının ne denli ölümcül olduğunu, bir halkı halk yapanın yurttaşlık bilinci ve dayanışma olduğunu, insan odaklı politika yapmanın, politikaya soyunanlardan bunu istemenin nasıl temel bir gereklilik olduğunu ve örgütsüz bir toplumun bir hiç olduğunu bir kez daha anladım o süreçte.
Bugün de inanıyorum ki, herkes elini taşın altına sokar ve bunu da örgütlü, kargaşasız, öne çıkıp, sivrilmeye çalışmadan yaparsa, yarınlar için umut var halâ.
Nazım ustanın dediği gibi... "Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir..!"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder