4 Kasım 2011 Cuma

BAYRAM MI..?

Van depremi;
PKK saldırıları;
Yitip giden canlar;
Dünyası başına yıkılan analar, babalar, evlatlar...
N.Ç. çocuğa kıyım;
KCK, HES, Ergenekon, Balyoz tutuklamaları;
Cadı avına çıkmış siyasiler,
Kara çalan ve nefret kusan medya,
Kin güden, biat eden, el-etek öpen çoğunluk,
Hırstan, korkudan, öfkeden, nefretten, vicdansızlıktan delirenler,
Olan bitene inanamayan,
Aldatılmışlık, çaresizlik ve kederden aklını yitirenler...
Hızla, dev bir tımarhaneye dönüşen bir ülke.
Adalet ve hakikat arayanları tırpanlayan bir korku imparatorluğu.
Bir alacakaranlık kuşağı...

Bütün bunlar kabus olsa diyorum;
Uyanıversem...
Suyun yüzüne çıkabilsem,
Derin bir nefes alabilsem,
Umudumu diri tutabilsem;
Tutabilsek... 

Bayram mı..?
Boşversenize, geçiniz bir kalem.
Deliye her gün bayram demişler...
Bayram filan kutlamıyorum ben..!
Sadece iyi tatiller.

2 Eylül 2011 Cuma

ISTANBUL

Bazı akşamlar vardır bu şehirde...
Gökyüzü erguvan rengi bir tülle örtülür önce, sonra yavaş yavaş kızıla döner ve ardından yıldızları çağıran, büyülü bir laciverte teslim eder kendini.
Bir vapur  geçer Marmara’nın  koyu gölgeli, gümüş ışıltılı sularından, biten bir günün ardından çevirmiştir dümeni son iskeleye...
Bir yanda, Kız Kulesi’nin ardında şeker pembesi gün batımının altına Üsküdar uzanmıştır sereserpe. Camileri, minareleri, kubbeleri ve iskelelerinde martılar misali bekleşen tekneleri ile...
Diğer yandaysa,  boğazın efsunlu bir güzel gibi kıvrak ritimli bir devinimle danseden sularında boğaz köprüsü salınmaktadır. Başucunda bekleyen bilge ve mağrur Ortaköy camii ile...
Derken, sağ tarafta önce Kuleli, sonra Selimiye Kışlası ve ardından Haydarpaşa...
Bazı akşamlar vardır İstanbul’da...
Hani öyle sevgilinin elini tutup, gözlerinin içine bakmak, kulağına romantik aşk sözcükleri fısıldamak değil de, deniz kıyısında, boğaziçinin gizemli hikayelerini  saklayan, sakin ve huzur dolu gölgelerinden birine takılı kalmış  salaş bir meyhanede, dostlarınla sağlığa, mutluluğa ve tabii ki aşka kaldırmak beyaz buğulu kadehini... Dingin ama tekdüze olmayan bir sohbeti koyulaştırmak, hatta hiç konuşmasan da derin bir sohbete dalmış olduğunu hissetmek ve karşındaki bu usul usul içine akan manzaraya karşı hayatı selamlamak istediğin...  
Bazı akşamlar vardır...
Gözlerini uzaklara daldıran,
Özlemle burnunun direğini sızlatan,
Tek başına ama yalnız değil...
Ruhunda gölgeler,
Kafanın içinde telaşlı bir kalabalık,
Sohbetler, anılar, öyküler, şarkılar, şiirler...
İnsanların, sevgilerin, özlemlerin, hayallerin,
Bir de İstanbul...
İstanbul’da sen, sende İstanbul...
Ve gönül  bohçanda halâ ve daima ümitlerin...!

22 Ağustos 2011 Pazartesi

ESKİLERDEN...

Bunu ilk yelken seyrimden sonra yazmışım. Duygularımı tam olarak ifade etmişim baktım da... Bu yüzden hiç dokunmadan aldım buraya. Bakalım sizler ne diyeceksiniz..?

SEYİR DEFTERİ


Nasıl anlatabilirim ki … ?
Ege’nin turkuaz rengi sularında, dalgaların ve rüzgarın kucağında olmak,
Bazen tam pruvadan dibe doğru, neredeyse otuz derecelik bir açıyla dev dalgalara saplanmak,
Sonra aynı açıyla bir sonraki dalgaya tırmanmak, ardından bir daha, bir daha...
Rüzgârın yönü değiştikçe, yönünü değiştirdiğimiz yelkenlerin kocaman birer martı misali süzülüşü,
Korkuyla karışık bir hazla, o uçsuz bucaksız mavilikte hızla, kayarcasına yol almak,
En uygun açıyı yakalayıp, uçarcasına yol alırken rüzgârın ve dalgaların eşsiz melodisinden başka birşey duymamak,
Gece seyri yaparken gözün kâh pusulada kâh yıldızlarda, havuzlukta tek başına, uzaktaki hedefine doğru dümen tutmak...

Ve tam bu sırada,
Yeryüzünde ve gökyüzünde,
Kalabalıklarda ve tek başına,
Doğarken ve ölürken...
Aslında insanoğlunun ne denli yalnız olduğunun ayırdına varmak,   

Doyumsuz güzellikteki sakin bir koyda demirleyip, yıldızların ve büyülü mehtabın koynunda gecelemek...
Böyle bir gecede etrafın nefis bir yakamozla kuşatılmışken,
Bu tanımlanamaz güzellik karşısında kapıldığın duygusallık yüzünden soluksuz kalmak ve sessiz gözyaşları dökmek...
Aynı anda hem çok naif ve kırılgan, hem çok coşkulu ve yaşam dolu olduğunu hissetmek,
İnsan olduğuna,
Var olduğuna
Ve tam o anda orada olduğuna şükretmek...
Nasıl anlatılır ki...?

Denizciler çoğunlukla “keyifli bir mücadele ve doğaya meydan okumadır bu” diyorlar. Ama, bu çok daha başka birşey bence...
Bu “aşk” gibi...!
Bazen hırçın, sert ve yıpratıcı,
Bazen baştan çıkarıcı ve tutkulu,
Bazen de uyumlu, sokulgan ve şefkatli...

Hem içinde yitip gitmekten korkulan,
Hem bilinmeyen, tekinsiz yollara sapılan,
Hem de onsuz olunamayan,
Ama her durumda kendisinden başka birşey düşünmene ve yaşamana izin vermeyen!

Ben aşık oldum..!
Onulmaz derdim, kara sevdamdı,
Sonunda kavuştum ve doyasıya yaşadım.
Ve bundan sonra da yaşamaya devam edeceğim...
Umarım...

26.9.2007
Aycan T.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

12 yıl olmuş. Üzerine o kadar çok söz edildi ki... Peki ne değişti..?

Bodrum'da tatildeydik ve geceyi epeyce uzatmıştık. Çocukları uyutmuş, balkonda bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da okey oynuyorduk. Yapışkan ve boğucu, tuhaf bir sıcak vardı o gece. Saat 03.00 sularında, birden elektrik kesildi. Her yer karanlığa gömülmüştü, Gümbet koyunda demirli birkaç teknenin demir fenerleri dışında hiçbir ışık yoktu etrafta. Bir de yıldızlar... Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımı hatırlıyorum uzun uzun. "Ne kadar çok ve ne kadar güzeller" diye düşünmüştüm. Biraz bekleyip, elektrik gelmeyince yatmıştık hepimiz.
Sabah çocuklarla birlikte uyanmıştık mecburen, geceki sıcak ve uykusuzluk yüzünden herkes sersem gibiydi. Elektrik yoktu halâ... Sevdikleri çizgi filmleri izlemeleri için TV yi açamadığımızdan, çocukları doyurmak ve oyalamak oldukça zor olmuştu. Kahvaltı, toparlanma derken öğleni bulmuştuk ve nihayet geldi elektrikler. Hemen televizyonu açtık; o da ne..? Tüm kanallarda yıkıntı ve felaket görüntüleri vardı. Muhabirler toz-duman arasında ağlayan, çaresizce çırpınan, perişan insanlara uzatıyordu mikrofon ve kameraları. Ekranda durmadan altyazı geçiyordu: "Marmara'da korkunç deprem... Felaket bölgesine ulaşılmaya çalışılıyor, kayıp, ölü ve yaralı sayılı bilinmiyor..."
Kardeşimin eşinin halası Yalova'daydı o sıralar. Diğer yakınlarımız ise Didim'deydiler, hemen hepsi... Bir anda  telefonlara sarıldık hepimiz, ama kimseye ulaşılamıyordu. Şebeke meşgul sinyali veriyordu telefonlar her denemede... Akşamüstü saatlerine dek, çaresizce bekledik ve televizyonun başından ayrılmadık. Akşam Didim'dekilerle konuşabildik, deprem bölgesinde olan akraba ve tanıdıklardan kötü bir haber yoktu o an için. Yalova'dan iyi haber ancak ertesi gün geldi. Biraz nefes aldık, ama felaketin boyutları o kadar büyüktü ki normal davranmak, hayatın olağan akışına dönmek olanaksızdı.
İstanbul'a döndüğümde Baro'nun bölgede bir çalışma başlattığı haber verildi. Yakınları ölen, kaybolan, evleri yıkılan, eşyaları yok olan bölge halkının gerekli tespit ve dava başvurularını yapabilmesi için, noterde düzenleme gerekmeksizin, barolar tarafından hazırlanan vekaletnamelerin hazırlanması ve vatandaşa imzalattırılarak, listelerinin tutulması işine giriştik.
Ruhumu derinden etkileyen, o güne dek oluşturduğum dünya görüşümü, hayata bakışımı, değer yargılarını kökünden değiştiren, ömrüm oldukça unutmayacağım, çok zor bir deneyimdi o günler benim için.
Yıllar sonra bile halâ gözlerimin önünden silinmeyen pek çok şey, sokaklardaki toz ve duman, hiç bitmeksizin devam eden, önlerinde insanların ve dozerlerin bekleştiği bina enkazları, yıkılan evinin enkazı başında umutla bekleyen, kendi olanakları ile yakınlarını çıkarmaya çalışan, kendisi ile birlikte sağ çıktığını bildiği, ama sonra kaybettiği çocuğunu arayan, ailesini yitirmenin acısıyla delirmiş, oradan oraya savrulan, yaşadığı şok yüzünden dili tutulmuş, konuşamayan, özetle acı ve korkudan çılgına dönmüş yüzlerce insan ve aylarca burnumdan gitmeyen ölüm kokusu...
Orada yaşananlar var olmanın, insan olmanın anlamını yeniden sorgulamama neden olmuştu. Uygarlığın ve demokrasinin lafta kalmasının ne denli ölümcül olduğunu, bir halkı halk yapanın yurttaşlık bilinci ve dayanışma olduğunu, insan odaklı politika yapmanın, politikaya soyunanlardan bunu istemenin nasıl temel bir gereklilik olduğunu ve örgütsüz bir toplumun bir hiç olduğunu bir kez daha anladım o süreçte.
Bugün de inanıyorum ki, herkes elini taşın altına sokar ve bunu da örgütlü, kargaşasız, öne çıkıp, sivrilmeye çalışmadan yaparsa, yarınlar için umut var halâ.
Nazım ustanın dediği gibi... "Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir..!"

16 Ağustos 2011 Salı

Merhaba...

Baktım bu işin de bir raconu var. Söyleyecek sözün, hayata dair bir meselen varsa ve paylaşmak istiyorsan, işe koyulacaksın arkadaş. Yok öyle eskisi gibi "sevgili günlük... bugün de çok fenayım, bekledim de gelmedi..." şeklinde sayfalar doldurduğun, üç ortalı, kenar süslü, çizgisiz harita metod defterleri. Blog denen birşey var artık, sen de blogcu olacaksın. İşte o kadar..!
Ben yazmayı seviyorum. Daha doğrusu, aklımdan geçenleri yazıya dökmeyi... Ne mi yazıyorum..? Gezi yazıları, müziğe dair izlenimler, öykü denemeleri, insanlık halleri, toplumsal olaylar, çevre sorunları, yelken seyirlerimiz v.b. çok farklı konularda, aklıma düşenleri ve kafamı kurcalayan herşeyi...
Hem yazdıklarımı derli toplu hale getirmek, hem de arkadaşlarımla ve ilgilenenlerle paylaşarak dolaşıma sokabilmek için, artık bir web güncesi tutmanın zamanıdır dedim.
İşte buradayım..! Hadi bakalım rastgele... Denizcilik dili ile "viya böyle*..."

*Tekneyi istenen rotaya soktuktan sonra, aynı şekilde seyre devam edilmesi.